top of page
Masal Naz Barlas

Doğanın Melodisi

Yazar: Masal Naz Barlas (12 yaşında)

Editör: Zeynep Asya Fazlıoğlu (12 yaşında)

Şef Editör: Bilge Özsoy



Sabahın erken saatlerinde gözüne düşen ışık ile araladı uykusunu. El yordamı ile buldu kilerin yerini. Mahmur gözlerine rağmen midesi çoktan uyanmıştı bile. Kilerdeki ekmekten ufak bir parça kopartarak susturdu koca gurultuyu. Su bardağını almıştı ki çiçeği geldi aklına. Susamış olmalıydı. Hemen odaya gitti hızlı adımlarla. Kiraz, kocaman bir gülümseme ile selamladıktan sonra suyu toprağa döktü. Papatyanın kökleri suyu hızla emdikten sonra Kiraz’a minnetle bakarak “Günaydın,” dedi. O sırada Kiraz’ın ikizi Çilek içeri daldı. “Beni niye uyandırmadın Kiraz?” dedi ve bir çimdik atıp hızla uzaklaştı. Canı yanan Kiraz, umutsuzca baktı arkasından kardeşinin. İkizi kızgınken hep böyle olurdu. Yokuş aşağı kaçan bir top gibi kendini durduramazdı asla. Çilek’e bakarken camdaki gökyüzünün aksi takıldı gözüne. Mavinin turuncuda kayboluşu, okuduğu masaldaki turuncu balığı hatırlattı ona. Nasıl da yutmuştu denizi o turuncu balık. Nasıl da komik gelmişti Kiraz’a bu sahne. Ama bak şimdi sanki o an canlanmış gibiydi. Papatyasına kitabı anlatırken gökyüzünü seyre daldılar...

Gökyüzünde usul usul süzülürken kime kızmıştı ki her yeri darmadağın etmişti. Şu rüzgarın işine de akıl sır ermemişti. Kabaklar yerinden oynamış, karpuzlar kavunlar bir o yana bir bu yana savrulmuştu. Tüm bu karmaşa içinde yoncaların olduğu bahçede olmuştu virane. Rüzgâr ne yapmaya çalışmıştı böyle? Her yoncadan bir çığlık yükseliyordu. Ne var ki bağırmaları hiçbir şey değiştirmedi, tüm yoncalar bir yere savruldu. İçlerinde tek olan, tüm dileklerin sahibi dört yapraklı yonca ise yaşlı bir çiftçinin bahçesine düştü. Çiftçi, bahçesini yeni süpürmüştü. Rüzgâr yüzünden bahçesine tekrar yapraklar gelmeye başladı ve bu onu kızdırmaya yetti. Öfkeyle elindeki süpürgeyi savurmaya başladı. Yonca, rüzgârdan gördüğü şiddetin etkisinden kurtulamamışken kasırga ile karşılaşmış gibi hissetti kendini. Her yaprağından ayrı ayrı ağlamaya başladı. Ne yapacaktı bu kasırga tipli yaşlı adamın bahçesinde?

Bahçede tüm bunlar yaşanırken rüzgârda papatyasını korumaya çalışarak yürüyen Kiraz ve papatyanın gelmesini saçma bulan Çilek, çiftçi dedelerini ziyaret etmeye gelmişlerdi. Kapıda onları dedelerinin bekçi köpeği Çoban karşıladı. Dedeleri arkalarında beliriverdi. Dede ve torunların sarılması bittikten sonra çocuklar bahçede gezinmeye başladılar. Çoban, bir tane yoncanın ağladığını fark etti ve havladı. Çoban da tıpkı Kiraz gibi çiçek dili biliyordu. Kiraz’ı pantolonundan çekiştirerek yoncanın yanına getirdi Çoban. Kiraz ağlayan yoncayı fark edince neden ağladığını sordu. “Evimi bulamıyorum, kayboldum,” diye cevapladı Yonca. Kiraz duruma el koymuştu, Yonca’yı yuvasına kavuşturmayı da kafasına. Çilek her zamanki gibi burnunu kıvırarak Kiraz’ı takip ediyordu. Dedelerinin ahşap evinin tahta kapısını tıklattılar ve içeri girdiler. Ahşap duvarları, yerdeki rengarenk kilimi incelediler. Duvarlara eski halılar asılmıştı. Kanepeler biraz tozlanmışlardı ama hâlâ kırmızılığını koruyordu. Çatur çutur sesler çıkaran şömine, evi sıcacık yapıyordu. Mevsim de kış olunca herkes şöminenin önüne yerleşti. Dedeleri, onlara ıhlamur getirirken saksıyı gördü. Kiraz saksıdaki papatyasının yanına koyduğu yoncayı dedesine göstererek durumu anlattı. Dedeleri “E o zaman Yonca’yı evine götürelim,” dedi. Herkes dedenin olaylara inanmasına sevindi. Dede, iki tane atı olduğunu ve onlar ile gidebileceklerini söyledi. Ahırdan atları getirdi ve herkes atlarına bindi. Yola koyuldular.

Az gittiler; uz gittiler, dere tepe düz gittiler. Bayağı bir yol kat etmişlerdi ama bir türlü Yonca'nın evini bulamamışlardı. Artık pes etmek üzerelerdi. Karşılarına bir anda bir rüzgâr çıktı. Bu rüzgâr yoncayı evinden koparan rüzgârın ta kendisiydi. “Sen,” dedi yonca öfkeyle. “Sen beni ve arkadaşlarımı bir yerlere savurdun! Bana bir özür borçlusun. Şimdi evimi ve dostlarımı bulamıyorum!” Sonra gözyaşlarına boğuldu. Rüzgâr ise nedense kızgın değil de üzgün duruyordu. “İstemeden yapmıştım. Benim görevim bir yerlere esmek. Denizleri dalgalandırmak, ağaçları hışırdatmak. Doğanın melodisini oluşturmak. Ama istemeden etrafıma zarar veriyorum,” diye açıkladı başını öne eğerek. Bizimkiler olanları anladı. Dede “Seni affetmemiz için dağıttın yerleri toplaman lazım. Ve yoncayı evine geri götürmelisin,” diye açıkladı. Rüzgâr dönerek bir girdap oluşturdu. “Eee atlayın o zaman,” dedi. Hepsi hoplayarak girdaba atladılar ve yukarıya yükselmeye başladılar.

Gökyüzü manzarası anlatılamayacak kadar güzeldi. Turuncu tonları mavi ile uyumlu bir şekilde birbirlerine karışmıştı, yavaşça sarıya yöneliyordu. Gökyüzü, bir ressamın boya tuvaliydi âdeta. En güzel renkler oradaydı. Bulutlar, beyaz ve pembe tonlarında bir pamuk şekerini andırıyordu. Kiraz, elini bir tane buluta uzattı ve biraz pamuk şekeri eline yapıştı. Parmaklarındaki leziz tadı ağzına götürdü. Pamuklar ağzında eriyor ve dilinde çok hoş bir lezzet bırakıyordu. Aşağı indiler ve rüzgâr dağıttığı her yeri topladı. Sonra yoncayı evine getirdiler. Yonca evine gelmişti gelmesine ama yaşadığı tüm anlar zihnindeydi. Çaresizliği, önyargıları aklına geldiğinde bir an buruldu tüm sevinci. Dedenin kızgınlığından korkmuştu ve onun kasırga olduğunu düşünmüştü. Oysa kasırga sandığı bir meltem gibi tüm özgürlük esintisini bırakmıştı bahçesine. Herkes vardı yerine. Gökten elma değil rüzgâr düşmüştü nasiplerine. Rüzgâr da vardı. Gitti ormana, çekirgelere eşlik edip doğanın melodisini söylemeye...




Comments


Commenting has been turned off.
bottom of page