Yazar: Ayşe Mina Arslan (9 yaşında)
Editör: Zeynep Asya Fazlıoğlu (12 yaşında)
Şef Editör: Bilge Özsoy
O sabah her evden farklı farklı sesler geliyordu. Bir kargaşa esir almıştı mahalleyi. Ayşe sesleri duydu ama neden bu kadar yüreği ağzına gelmişti? Ayakları bedeninden ayrı çalışır gibiydi, hızla balkona doğru koştu. Karşı evde oturan sakinliği ve naifliği ile herkesin hayran olduğu Halime teyze bile eşi ile kavga ediyordu. Hemen arkadaşları Sare ve Feriha’yı aradı. Her zaman buluştukları parkta buluşup konuşmaya başladılar. Ayşe’nin bacakları korkudan titriyordu. Feriha onu öyle görünce hemen su almaya gitti. Arkadaşını bu kadar tedirgin ilk defa görüyordu. Onun bu denli korkmuş olmasına şaşırsa da aynı hislerin beynini ele geçirmek üzere olduğunu hissediyordu. Tüm bu düşüncelerle su almak için dükkâna girdi. Bakkal Nuri amca bugün çok tuhaftı. Para üstünü bile fırlatarak vermişti. Adeta kel kafasından dumanlar çıkıyordu. Mahallede ise kavga sesleri kar topu olmuş büyüyordu. Kafasını kaldırıp balkonlara, camlara baktı ve telaşla arkadaşlarının yanına giderek olan biteni anlattı. Feriha endişeye teslim olmayacaktı, bir fikri vardı. Hemen eve koştu elinde kâğıtlarla geri geldi. Bir kâğıda mahallenin krokisini çizdi. Ardından hep birlikte dolaşıp kavga sesi gelen evleri tespit ettiler.
Her evden gelen kavga sesleri ümitlerine inen bir bıçak gibiydi. Tam o sırada bir bülbül sesi duydular. Bu güzel ses mahallenin en harabe evinden mi geliyordu? Dikkat kesildiler hep birlikte mutlaka içeriden kızgın bir ses gelecek beklentisiyle. Ama bülbül şakımasından başka bir ses yoktu. Kapısı ve pencereleri mavi boyalı bu ahşap evde kim yaşıyor, bilmiyorlardı. Ayşe, çantasına kardeşinin boncuklu silahını; Sare de tüf tüfünü almıştı. Ne olur ne olmaz böyle bir savaş alanına boş gidemezlerdi, öyle değil mi?
Cesaretlerini toplayıp evin zilini çaldılar. Kapıyı, kırmızı yanaklı, pötikareli pantolonunu filli askılarla tutturmuş tatlı mı tatlı bir dede açtı. “Kime bakmıştınız yavrum?” dedi. Bu sıcak karşılama endişe bulutlarını dağıttı. Bir savaşın kalbinden ışınlanmış ve lunaparkta sıra beklerken kendilerini bulmuş gibiydiler. Dede kızların şaşkın hâline merak içinde bakarken irkilen Feriha, tüm olanları bir çırpıda atlattı. Ali dede ise: “Sanırım ben sebebini biliyorum. Geçen gün yağan asit yağmurları yüzünden sabır çiçekleri solmuş olmalı. Çok şükür ki ben çiçeklerimi bahçemdeki küçük seramda tutuyorum. Eğer hemen dağın arkasındaki yüksek vadide yetişen sabır çiçeklerinden getirmezsek kavgalar daha da artar,” dedi. “Yaşasın, yüksek vadiye gideceğiz!” diye sevindi Sare. Ayşe telaşla “Nasıl gideceğiz peki? Hangi otobüs, hangi dolmuş gidiyor oraya? Hem annem izin vermez ki! Hele babam mahalleden çıktığımı duyarsa…” Endişe yine onları içine çekmeden bir şey yapmalıydı Feriha. “Bunu başarmalıyız kızlar. Mahallemizin eski huzurlu, mutlu günlerine geri dönmesi için bunu yapmalıyız!” diye bağırarak ayağa kalktı. Ali dede gülümsedi ve “Eğer bu kadar yaşlı olmasaydım sizinle gelirdim. Bacaklarımdaki ağrılar yüzünden bakkala bile gidemez oldum. Tam on tane doktor gezdim, yirmi çeşit ilaç içtim ama hiçbiri fayda etmedi. Şu romatizmadan bir türlü kurtulamadım,”dedi. Bastonunu yere vura vura merdivenlerden yukarı çıktı.
Kızlar bir süre merakla bekledi. İçeride kaynayan kuşburnu çayının kokusu tüm evi sarmıştı. Ali dede yavaş yavaş merdivenlerden indi. Elindeki eski buruşuk kâğıdı uzatıp “Sizinle gelemem ama bu harita size yol gösterecektir ” dedi ve ekledi; “Şunu hiçbir zaman unutmayın: İnsanların kişilikleri çiçeklere benzer çocuklar. Devamlı bakım ve ilgi gerekir. İyi bir insan olmak istiyorsanız çiçeklerinize iyi bakın.”
Ali dedenin yumuşacık sözleri ile kuşburnunun kokusu birleşince içleri sıcacık bir hisle doldu. Birbirlerine bakıp ayna anda büyük bir karalılıkla yola koyuldular. Dağa vardıklarında, çimenlere oturup haritayı incelemeye başladılar. Tam o sırada çalılıklardan bir ses geldi. Üçü birden çığlık atıp bir o yana bir bu yana koşuştular. Ayşe ağlamaya başladı. “Geri dönelim,” diye yalvarıyordu ki çalılıkların arkasından iki minik tavşan fırladı. “Ayşe ağlama, baksana ne kadar da tatlılar,” dedi Sare.
Kendilerini toparlayıp dağa tırmanmaya devam ettiler. Az gittiler, uz gittiler; dağları, bayırları aştılar. Artık yorgunluktan bayılmak üzereydiler. Ama sabır çiçeklerini görünce hemen hepsinin gözleri parladı. Vadinin tam ortasında ince yeşil saplı, altın rengi sabır çiçekleri karşılarında duruyordu. Büyük bir dikkatle çiçekleri topladılar. Geç kalmadan eve dönmeleri gerekiyordu. Tüm mahalleye yetecek kadar çiçek toplayınca koşa koşa dağdan aşağı indiler. Akşam olmadan her evin kapısında yerini aldı sabır çiçekleri. Her evin kapısı kaygının bırakılıp sabrın içeri alındığı bir kilitti. Kızlar her eve sabır çiçeği bırakmıştı bırakmasına ama kendileri sabaha kadar uyuyamamıştı meraktan. Sabah olur olmaz yine parkta buluştular. Bakkal Nuri amca onları görünce, “Günaydın hanım kızlar. Taze simit geldi ister misiniz?” dedi ve gülümsedi. Feriha’nın ağzı kulaklarına varıyordu. Diğerlerine dönüp “İyilik çikolata gibi değil mi? Büyük küçük herkesi mutlu edebiliyor!” dedi.