top of page
Safiye Nurcan ÇALIŞKAN

Zenginler ve Fakirler

Yazar: Safiye Nurcan ÇALIŞKAN (13 Yaşında)

Editör: Gözde Nur ÖZDEMİR (14 Yaşında)

Çizer: Rabia Betül Koçyiğit (10 Yaşında) Şef Editör: Yağmur KARACAN



1700’lü yıllar, Fransa


Karnım oldukça açtı, susamıştım ve günlerdir yürümekten zaten oldukça yırtık olan ayakkabılarım paramparça olmuştu. Yıpranmış saçlarım, yırtık kıyafetlerimi kapatacak kadar uzundu.  Ve birden o soru aklıma tekrar  takıldı. ‘Neden yürüyoruz?’ 


Hep birisine sormak istemiştim ama her seferinde onlarda bilmediklerini söylediler. Ben de her seferinde kendi kendime söylenerek yürümeye devam ettim. Sıranın başlarındakilerin olan bitenden haberdar olduğundan emindim. İşte bu yüzden her seferinde daha da hızlı olarak öne geçmeye çalışıyordum.


Bu kafileye tabii ki de hiçbir şey bilmeden girmemiştim. Saraya gidildiğini herkes biliyordu. Acıkmıştım  ve saraydan yiyecek almak hiç de fena olmazdı.  


Sırada yüzlerce kişiyi arkamda bırakmış ve başlarına ulaşmış olduğumda, hemen yanımda duran adamın yanına geçerek sorularımı sormaya başladım.


-Beyefendi, nereye gidiyoruz acaba?


-Yarın 16. Louis’in taç giyme töreni var. Oraya gideceğiz ve sorunlarımızı söyleyeceğiz.


-Peki neden yarın, herhangi bir gün olamaz mı?


-Taç giyme törenlerinde kapılar davetliler için açılır. Bunu fırsat bileceğiz ve yemek bile yiyemediğimizi söyleyeceğiz.


-Ama davetiyemiz yok. Bizi içeri almazlar.


-Eğer içeri almazlarsa bir gönüllü göndereceğiz ve o kişi olanları söyleyecek.


Bu fikir oldukça mantıklı geliyordu. Yürümekten perişan olmuş halde olsam da başarabileceğimize inanıyordum. Boğazım düğümlenmiş, midem neredeyse birbirine yapışmıştı. Yanımdaki adam bana bir su matarası uzattı. Tereddütsüzce mataranın kapağını açtım ve suyun o tatlı tadıyla boğazımdan geçişine izin verdim. Artık havanın kokusu bile bin kat daha iyi olmuştu. Hafif bir meltem saçlarımı okşadı ve yırtık kıyafetlerimi teğet geçerek gitti.


Sarayın kapısına sonunda ulaşmıştık. Saat çok geç olduğu için biraz uyumaya karar verdik. Haftalar sonra aldığım ilk uyku oldukça güzel geçmişti.


Sabahın ilk ışıkları herkesin uyanması için yeterli olmuştu. Ayaklanan ilk insanlardan olmasam da sıranın başlarında olmam oldukça işe yaradı.


Sarayın ilk kapısı ardına kadar açıldı. Soylulardan olduğu belli olan bir kadın ve adam kapıya doğru yöneldi. Kadının saçları pürüzsüzdü ve bir taç konulmuştu. Üstündeki elbisenin evimizden daha pahalı olduğuna yemin edebilirdim. Yanındaki adamın üstünde lacivert bir takım vardı. Sarı saçları ile oldukça uyumluydu. İkisinin de üstünde onlarca kristal bulunuyordu. Altınlardan işlenmiş rozet ve takılar giyiyorlardı. Daha sonra bu kişilerden çok daha fazlasının girdiğini fark ettim.


Saatler sonra insanlar azaldığında bizim için bariyer açılıyor gibiydi. Askerlerin yanına gittiğimde sadece iki kişinin gidebileceğini söyledi.


Aramızdan birilerini seçmek zorundaydık ve fedakârlık yapmalıydık. Elimi kaldırdım ve onlar için aday oldum. Yanıma bir erkek daha geldi ve bizi yolladılar.


Bahçe oldukça güzel duruyordu. Çiçekler çok bakımlıydı. Altın vazolarda elmas ve kristallerle süslenmiş çiçeklerden olmak istedim.


Bizi sarayın içine aldıklarında ise kafam tamamen karışmıştı. Burası ağzına kadar yemekle dolup taşıyordu. Avizelerden bile şöhret akıyordu resmen. Duvarlar altın renklerinde özenle boyanmış desenlerle doluydu.


Taç giyme töreninin başlaması için kraliçe Marie Antoinette salona girdiğinde bizi gördü ve yüzünü buruşturdu.


-Neden buradasınız? Davetlilerin gelmesi gerekiyordu.


Neden olmadığını anlamadığım bir şekilde öne atıldım.


-Halk olarak isteklerimiz var kraliçem. Bizi dinlemelisiniz.

-Ne oldu gene?

  Bizi, yani halkını bir fare gibi görüyor olmalıydı.

-Biz çok fakiriz. Giysilerimiz paramparça, yemeğimiz yok ve evlerimiz…

-Nasıl yani? Siz aç olamazsınız. Bakın, dedi ve parmaklarının ucuyla salondaki yemekleri, altından eşyaları ve büyük merdivenleri gösterdi.

-Yiyecek ekmeğimiz bile yok kraliçem.

-Ekmek yoksa pasta yiyin o zaman. 

  Dilim dolandı, kafam karıştı. Rüzgâr kıyafetlerimi delip geçerek vücuduma dolduğunda farkı anladım. O ve biz. Onun serveti ve bizim fakirliğimiz. Onun şöhreti ve bizim acınası hayatımız.

  Yüzlerce insan birden kükrercesine, bir çığlıkmışçasına sarayın üstüne gitti. Bütün pastaları paramparça etti, davetlileri uzaklaştırdı ve kraliçenin her şeye rağmen hala daha ceza alması için elinden geleni yaptı.

  Bense geleceğe büyük bir iz ve ders çıkartmak için bütün bu olanları kayıt altına aldım. Küçük defterime yazdım. Kim bilir belki bunu yüz yıllar sonra birileri tekrardan okuyacak.

bottom of page