Yazar: Kağan Emre GÜLMEZ (11 Yaşında)
Editör: Sude SAYGIN (12 Yaşında) Çizer: Sümeyye Erva Tozlu (12 Yaşında)
Şef Editör: Yağmur KARACAN
Ya Rabbena! Tuş eyle
İmanı yoldaş eyle
Muhammed’e eş eyle
Kabre vardığım gece
Günümüz
Hemen başıma kuşak üstüme de pamuktan elbise geçirmem lazım. Kim olduğumu ve ne için telaşlandığımı yolda size anlatırım. Önce bizim caddenin yaşlı çınar ağacının kovuğuna doğru yola çıkmam gerek.
Evin kapısından dışarıya adım attığımda beni o eski evlerin ahşap kokusu ve yoldan geçen bisikletin sesi karşılıyor. Durup bu eşsiz manzaraya bakmayı, bir çocuğun yeni gösterime giren sinemaya gitmek istemesi kadar çok istiyorum. Ama zaman daralıyor. Ulu çınarın yanına geldiğimde kimsenin bana bakmadığı bir zamanda kovuğun içine giriyorum. Neyse ki boyum normalden daha kısa da kovuğa tamı tamına sığıyorum. Kovuğun içi karanlık fakat ben “Geleceğe veya geçmişe, nereye olursa olsun gidebilirim. Şimdi de 1268 Nallıhan dergâhına gitmek istiyorum.” diyorum ve gözümü kapatıyorum. Her yer aydınlanıyor. Yine etrafı karaltı basınca da kovuktan dışarı çıkıyorum.
1268
Kendimi bir anda Suriye’de bir çölde buluyorum. Ne yazık ki yanıma su almamışım. Tam ben bunu nasıl akıl edemem derken karşıdan bir devenin geldiğini görüyorum. Devenin üstünde de kimi buldum dersiniz. Tabii ki de şairlerin şairi Tapduk Emre’nin öğrencisi Yunus Emre. Hemen yanımda getirdiğim cilalanmamış kâğıdı çıkarıyorum ve onunla röportaj yapmaya başlıyorum. İyi ki Osmanlı Türkçesi öğrenmişim. İlk baş onu tanımıyormuş gibi yaptım.
-Amca beni de yanına alır mısın?
-Tabii yavrum, burada tek başına ne yapıyorsun?
-Buralarda Yunus Emre adında bir derviş varmış, onu arıyorum.
-Buyur benim.
-Anlamadım?
-Yunus Emre benim diyorum da, beni ne yapacaksın?
-Amca sana birkaç sual soracağım.
-Sor o vakit.
-Yunus amca şu ana kadar kaç şiir yazdın?
-Saymıyorum yavrum, gönlümden geçenleri yazıyorum.
-Peki, sizin gittiğiniz bir mektep var mı?
-Ben dergâha gittim. Senin adın neydi?
-Yusuf Efe. Yunus amca seni dergâha kim yönlendirdi?
-Eskiden çiftçiydim. Bir gün büyük bir kıtlık yaşandı ve köyde de hiç buğday kalmamıştı. Hacı Bektaş-ı Veli adında biri de buğday dağıtıyordu bende onun yanına gittim. Ondan buğday istedim o da bana “Buğday mı himmet mi?” diye sordu. Ben bir an buğday desem de aklım başıma gelince himmet dedim. O da beni Tapduk Emre’nin yanına yönlendirdi.
-Siz şiirleriniz de kime sesleniyorsunuz?
-Artık biliyorsun benim bir sürü şiirim var. Bazılarında halka, bazılarında kendime, bazılarında da Allah’a sesleniyorum.
-Şimdi geldik son soruya, eğer gelecek nesiller sizin şiirlerinize bir şekilde ulaşırsa veya tarihte Yunus Emre diye biri olduğunu anlarlarsa onlara ne demek istersiniz?
-Öncelikle hayallerinden vazgeçmesinler ve çok çabalasınlar, başarının sırrı bunda gizlidir. Sorumluluklarını hakkıyla yerine getirsinler. Büyükleri onlara yol gösterdiğinde onları can kulağıyla dinlesinler.
Konuşmamız bitti ileride kerpiç evler gözüktü birkaç dakika sonra o evlerin dibindeydik. Yunus Emre ile vedalaştım sonra bir evin kıyısına saklandım ve “Geleceğe veya geçmişe, nereye olursa olsun gidebilirim şimdi de yaşadığım zamana ve ulu çınarın kavuğuna gitmek istiyorum.” dedim. Gözlerimi kapattım ve aydınlık olan etraf daha da parlaklaştı. Bir anda kendimi ulu çınarda buldum. Önce kafamı uzattım ve yine kimsenin bakmadığı zaman dışarı çıktım. Yunus Emre’nin hayatına dair daha fazla şey öğrenmiştim.